Vermek ve almak kavramları, kararlarınızı ve elde ettiğiniz sonuçları etkiler. Yanlış anlaşılan ya da yorumlanan kavramlar, hayal kırıklığına yol açabilir.
Bu konudaki en yaygın görüş şudur: “Almaktansa vermek daha iyidir.” Bu ifade o kadar sık ve öyle bir tekrarlanır ki, çoğu insan, durup bunu uzun uzun düşünmeye bile hakkı (ya da bunun için bir nedeni) olmadığını sanır. Bu durum, kimi insanların aşırı verici olmasına ya da olur olmadık yerlerde vermesine neden olur. Bu kişiler, somut birşeyden ziyade enerji ve zamanlarını feda ederler. Ayrıca, alma yetenekleri de körelebilir. Kanımca, “Almaktansa vermek daha iyidir” sözü, şu zamanla yanlış çevrilen ya da yorumlanan tabirlerden biridir.
Bu tür sık tekrarlanan sözler bize rahatsızlık verse de ya da çelişkili görünse de onlar üzerine düşünmemeye koşullanırız. Aklınıza yatmayan bir görüş hakkında etraflıca düşünmenin hiçbir sakıncası yoktur. Size doğru gelmiyorsa, bir nedeni vardır.
Almak için vermek de bir miktar keşif gerektiren bir durumdur. Tüm motivasyonunuz salt almak üzere vermekse, büyük ihtimalle bunun geri teptiğini göreceksiniz. Neden? Bunun yoksunluk hissiyle ilgisi vardır: Sizin, hatta başkalarının nelerden yoksun olduğunu düşünüyorsunuz? Başkalarının yoksun olduğunu düşündüğünüz için mi, yoksa onların güçlenmesine yardımcı olmak için mi veriyorsunuz? Belki şu tabir daha iyi: “Ver ve al.”
Duyguların esirindeki dikkatinizi neye odaklarsanız, ona fazlasıyla sahip olursunuz. Şunu da ekleyeyim: Duyguların esirindeki niyetinizi neye odaklarsanız, ona fazlasıyla sahip olursunuz. Bu, biraz daha doğru ve enerji odaklı bir yaklaşımdır. Derinde yatan anlamı ise şudur; verdiğiniz şeyi, olumlu ya da olumsuz, geri alırsınız. Dolayısıyla, verme eylemlerinizin (hizmet ve ürünler için parasal değiştokuşlar, hatta aylık faturalar dahil) olumsuz duygusal yüklerden uzak olmasını istersiniz. Niyetinizin ardında kendinize ve berekete inanmak yerine yoksunluk korkusu ya da ihtiyaç varsa, bu durum sizin deneyiminizi ve elde ettiğiniz sonucu etkiler.
Vermek ve almak, bir döngü oluşturur; birinin diğerini beslemesi beklenir. Tıpkı yin-yang sembolü gibi: Biri diğeri haline gelir. An gelir, biri diğerine “akarken” ebat eşit görünmeyebilir; ama çok geçmeden denge sağlanacaktır. Geçiş yollarından birini kapatırsanız, diğerini de kapatırsınız.
Almak için vermek, vermeyi gönülden istediğiniz birşeyi verirken kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. Bunu yaptığınızda, aldığınız tek şey bunu yapmaktan dolayı kendinizi iyi hissetmek olsa da size özel birşey almış olursunuz. Bu şekilde verirken, değiştokuşun eşit olmadığını düşünmezsiniz. Bu iyi his, sizi daha fazlasını almak üzere titreşimsel ve manyetik bir modda tutar.
Verdiğinizden fazlasını aldığınız söylenir. Örneğin, para verdiğinizde, para almayı beklersiniz. Kitap verdiğinizde, kitap almayı beklersiniz, vb. Bu bir inançtır. Gerçekten de bu “eşleşmeyi” deneyimleyebilirsiniz; ama acaba durum gerçekten de ne verdiğinizle mi, yoksa verme-alma-döngüsüne dair inançlarınızla mı ilgilidir? Bu “eşleşme” önermesinde bir sınırlama mı saklıdır? Bu gerçekten böyle mi olur, yoksa böyle olmasının nedeni böyle olduğuna inanılması mıdır? Mesele yalnızca bir inançla ilintili parametrelerse, bereket ve refahın size gelme biçimini -ya da onu verme biçiminizi (geri almayı umduğunuz ya da istediğiniz şeye bağlı olarak)- sınırlandırmak ister misiniz?
Hizmet ya da ürünlerinizi birşey karşılığında veriyorsanız, özellikle bir takas anlaşması yapmadıysanız, bu değiştokuşun parasal olmasını istersiniz. Hem tinselliğe inanan insanlar hem de onların müşterileri için bu konu epey kafa karıştırıcıdır (Bu durum, tinsellik temelli işlerle sınırlı değildir.). Elle tutulamayan, tinsellik bazlı hizmetler için para almanın gerekli olup olmadığı, her iki tarafı da meşgul eden bir sorudur. Genellikle bunun nedeni, yoksunluk ve özdeğer arasındaki dengesizliktir.
Neden her zaman -özellikle iş hayatında- vermenin almaktan daha iyi olmadığına dair bir örnek vermek istiyorum. Yeni bir müşteri için geliştirilecek bir projeye dahil olmuştum. Saat başı ücretlerimiz gayet netti. Projenin doğasından dolayı saat sayısının tahmin edilemeyeceği açıktı. Müşteri, koşullarımızı kabul etti. Müşterinin, projeye katkısı olan ve platformunu geliştirecek biriyle bağlantı kurmasını sağladım.
Saatlerimi harcamıştım. Projede belli bir noktaya gelmiştik. Müşteri, hizmetlerim için ödemeyi planladığı toplam miktarı kafasında sabitlediğini söyledi. Bana mali sıkıntılarından bahsetti. Oysa, bu konuların projeye başlamadan önce, bu tartışmaların yapıldığı dönemde söylenmesi gerekirdi. Bu bir ikilemdi. Projenin yarısına gelmiştim ve müşteri sürekli eklemeler yapıyordu. Bir kişiyi daha işe aldım. Bir karar verdim ve tüm sorumluluğunu aldım: Müşterimin verdiği son rakamı kabul ettim ve çalışmayı sürdürdüm. Projeyi teslim ettiğimde, hizmetimi yarı bedeline vermiş oldum. Mutsuzdum… Ama bu, benim seçimimdi.
Müşterinin projesi için hizmet verirken kendimi sinirli ve hayal kırıklığına uğramış hissediyordum. Bir daha bu duyguları yaşamak istemiyordum. Kendime çok iyi bir ders verdim. Bu örneği vermemin nedeni, bir daha gönülden istemediğiniz birşeyi verirken dikkatli olmanızdır.
Bir şekilde kendinizi iyi hissedeceğinizi düşünmüyorsanız ve salt vermeyi seçtiğiniz için verecekseniz, vermek konusunda kendinizi iyi hissedinceye kadar bekleyin. Bu his bir türlü oluşmuyorsa, bu düşünceden vazgeçin. Evet ya da hayır demek için bir gerekçeniz olsun.
Verdiğiniz şeyin sizi denge tablosu üzerinde özellikle duygusal açıdan “olumsuz” tarafa ittiğini fark ettiyseniz, neler olup bittiğine bakın ve bir tercih yapın; çözüm bulun.
Vermek ve almak ile ilgili herhangi birşey okuduğunuzda ya da duyduğunuzda, gerçekten sizi yankılayıp yankılamadığını ya da bir tezat yaratıp yaratmadığını hissetmeye çalışın. Her iki duygu hali de sizi doğru yöne sevk edecektir. Vermek ve almak, keyifli deneyimler olduğunda herkes için hayırlı birşeydir.
Yazar: Joyce Shafer