Doların finansal piyasalardaki seyri, Türk kamuoyunu oldukça meşgul ediyor: Benzin fiyatları, doğalgaz faturaları, dolar üzerinden alınan borçlar hem hanehalkını hem de sanayiden ticarete geniş bir yelpazenin ilgi alanında.
Şu bir gerçek: Amerikan Merkez Bankası FED, ‘ucuz dolar’ politikasına artık son verdi.
Bir başka gerçek de, 6-7 senedir ucuz doların Türkiye için bir ‘fırsat aralığı’ yarattığı. Peki, Türkiye bu fırsat aralığını nasıl kullandı? Bunu şöyle düşünebilirsiniz: zengin bir amcanız 6-7 sene boyunca size sıfıra yakın faizli kredi açıyor, bu parayı nasıl değerlendirirdiniz? Genel görüş, Türkiye’nin bu fırsat aralığını inşaat sektörüne kanalize ettiği, yani ucuz dolarla alınan borçların konut, altyapı ve kentsel dönüşüm gibi inşaat işlerine aktarıldığı. Ana faaliyeti hangi sektör olursa olsun birçok holdingin bu fırsat aralığını kullanarak emlak ve konut işlerine girdiğini görüyoruz.
Konuya mikro perspektiften bakarsak; ticari firmalar kâr neredeyse o alana kayacaklardır. Yani holdinglerin emlak işine girmeleri yadırganmamalı. Peki, bu kadar konut, konak, rezidans, çok lüks değil mi? Eğer talep varsa firmalar bunu da yapacaktır. Yoğun inşaat faaliyetlerinin getirdiği mal ve hizmet talebi hanehalkının gelirini de artırıyor. Vergi gelirleri artan hükümetin bu gelirlerin bir kısmını memurlara kanalize etmesiyle de memur kesimine konut edinebilme yolu açıldı. Ayrıca, oturacak evi olmayan birçok kişinin ellerine ucuz para geçince ev almak istemelerini de doğal görmek lazım. Gecekondudan TOKİ standardına geçişe de aynı minvalde bakılmalı.
Ama hâlâ içimizdeki başka bir ses, bu paranın ucuza alınan bir borç olduğunu vurguluyor. Burada iki kelime kritik: ucuz ve borç. Hatta hatırlatalım, fırsat aralığı da kapanmış vaziyette. Borçla başlarsak, borcu bir şekilde geri ödemek gerekiyor. Daha kritik bir soru, bu borcun “ucuz”luğu konusunda bir fırsat kaçırıldı mı? Bazı değerlendirmeler, en azından bu fırsatın eksik kullanıldığını söylüyor.
Değerlendirmemizin temelinde şunlar var: Türkiye yıllardır “orta gelir” tuzağında bulunuyor. Orta gelir tuzağı şöyle tarif ediliyor: genel olarak 3 bin ile 15 bin dolar arasında kişi başı milli gelir; orta kalitede ürün üreten bir sanayi; dışarıdan gelen girdileri monte etme bazlı bir teknoloji; göreli olarak verimsiz ve yetersiz bir tarım, vs. Bu kategorinin altında ise birçok Afrika ve Asya ülkesini kavuran “yoksulluk tuzağı” var. Üst kategori de gelişmiş ülkeler oluyor.
Orta gelir seviyesindeki bir ülkeyle gelişmiş bir ülkeyi ayıran en temel farklardan biri ise teknoloji üretimi. Teknoloji üretiminin temelinde ise inovasyon var. Türkiye’ye benzer ülkelere bakarsak, Brezilya, Şili, Türkiye ve Güney Kore’nin hepsi 1960 yılında 2 bin dolar gelir seviyesinde. 55 sene sonra Türkiye ve Şili 8 bin 700 ve 9 bin 700 dolar seviyelerine ulaşmış. Brezilya hâlâ 6 bin dolar seviyesinde. Güney Kore ise 25 bin dolar civarında. Güney Kore’nin Samsung, Hyundai, Kia gibi teknoloji bazlı birçok ürününü kullanıyoruz.
Buradaki soru, Türkiye’nin son 6-7 senede inovasyon konusunda ne yaptığı. TV’deki reklamlarda Vestel yapımı bir akıllı telefon görüyoruz. Diğer birçok firmanın ise daha çok rezidans reklamları yayınlanıyor. Dolayısıyla inovasyon konusunda özel sektörde çok hareket gözükmüyor.
Hükümet ise inovasyon konusundaki enerjisini iki noktada yoğunlaştırmış: i) kendi ürettiğimiz uçak, gemi ve tank, ii) son 10 yılda açılan 80 yeni üniversite.
Şimdi sorabiliriz: Vestel’in akıllı telefonu, kendi ürettiğimiz uçak, gemi ve tank ve 80 yeni üniversite bizi 15 bin dolar seviyesinin üzerine atlatacak mı? Daha önemlisi, o seviyeden devam etmemize olanak sağlayacak mı? Cevap olumsuz gibi. Şunları görmek lazım: bir ülkenin kendi kendine uçak, gemi ve tank “inove” ederek gelişme modeli geçen yüzyılda kaldı. En azından bu model bir gelişme modeli değil artık. Eğer öyleyse bile şu an için çok dolambaçlı bir yol. Ayrıca, 80 yeni üniversitenin inovasyon gücü oldukça tartışmalı. Aynı miktardaki kaynak daha önce açılmış olan 100 üniversiteye aktarılsaydı, o zaman o üniversitelerde bir inovasyon gücü ortaya çıkarılabilirdi. Şu anki durumda hem eskiler olduğu yerde kaldı hem de daha yeni ve daha tecrübesiz 80 tane kurum ortaya çıktı. Ancak, hem milli silah hem de yeni üniversiteler konusunun psikolojik tatmin veya ideolojik yönü ortada. Bu konularda ortalama bir vatandaşı ikna etmek deveye hendek atlatmaktan zor. Ancak burada bir ekonomistin soracağı soru şudur: katma değer üreten ve bu katma değeri toplumun geniş tabanına yayan bir inovasyon modeli var mı ortada?
Ucuz dolar konusuna geri dönersek; ucuz borcun inovasyona kaynak olarak kullanılamadığını görüyoruz. Yani Türkiye bu fırsat aralığını daha önce kullandığı üretim fonksiyonu üzerindeki seyrine devam etme yolunda harcamış gözüküyor. İnovasyon ve teknolojinin getireceği daha üstteki bir üretim fonksiyonuna sıçramaya yönelik kuvvetli adımlar atılabilmiş değil. Sonuç olarak, ucuz dolarda uzun vade için bir fırsat kaçırılmış gözüküyor.
MEHMET ALI ULUBAŞOĞLU
Doç. Dr., Deakin Üniversitesi, Ekonomi Bölümü, Melbourne.