Taraf Gazetesi Yazarı Murat Önderman bugün köşesine İstanbul’un kentsel dönüşümünü taşıdı…
Geçen zaman farklılaştırıcıdır. Yaşantı tekilselleştiricidir. Aynı zamanda alınan ve birbirinin eşi olan kazaklardan birini giydiğimizi, diğerini sakladığımızı farz edelim.
Bir süre giyilen kazak, diğerinden lekeleri, iz ve kat yerleri, yıpranmışlığı, renginin solukluğu bakımlarından farklılaşmıştır. Onları aynı kazaklar olarak görmek zordur artık.
Binalar, sokaklar ve mahalleler de böyledir; zaman ve sahne oldukları/sahneledikleri yaşam, onları ister istemez farklılaştırır ve tekilselleştirir. İstanbul tarihinin derinliği bakımından diğer pek çok metropole “fark atan” bir kent. O’na kimliğini kazandıranlar arasındaki “kaotik” kent dokusunda, farklı kültürleri barındırması kadar, tarihiliğinin de payı vardır.
Suriçi’ne bakalım: bir yandan, Süleymaniye: bir tür siyasi/dini “evrenselin” mimari simgesi olması için yapılmış, bundan dolayı kentteki en yüksek tepelerden birine yerleştirilmiş, tarihi yarımadanın neredeyse her yerinden görünen, gösterişsiz ama görkemli ve usta işi bir eser. Diğer yandan, Haliç; eski İstanbul’un Marmara kıyısındaki “yoksul” semtleri: Kumkapı, Cankurtaran vs. Sanki kentin üzerinden, gökyüzünden aşağıya atılmışlar da, nereye düşmüşlerse orada öylece kalakalmışlar gibi duran sokaklar, caddeler, meydanlar. Ortak bir mimari aklın oluşturamayacağı, büyük ölçüde kendiliğinden meydana gelmiş, örümcek ağına benzeyen bir kent dokusu. İhtiyaç gerektirdikçe atılan bir betonun, dam akınca serilen bir Si naylonun, yarım kalan bir yapının dı belirsizliği ile örülen, açık uçlu bir doku. Aynı akim ürünü olması ihtimali olmayan ve zamanla “üreyen” bir tür mimari estetik. Tekilselliğin, tekrarlanmayanın estetiği. Kınk döküklükteki, kirin rengindeki, çamurdaki, yamukluktaki, tenekedeki, dam üstündeki eski lastikteki estetik.
Tarihi İstanbul’un estetik cazibesi, Süleymaniye’nin simgelediği bu mimari
“evrensellikle”, kagir ev tekilselliğini, zamanın ve yaşantı yoğunluğunun (yıkılan evler, yıkılma tehlikesiyle boşaltılan evler, dökülen sıvalar, solan boyalar, eğrilen çerçeveler vs.) ister istemez farklılaştırdığı mahalleleri, büyük bir resmin içinde * uyumla biraraya getirmesindedir. Bu toplum, böylesine bir tekilsellikle (örneğin, yan yana binaların boy, en, s derinlik ve renkleri farklıdır; kapıların ve çerçevelerin biçimleri değişiktir; hatta eskiden sakinlerinin toplumsal statüleri de değişikti, zira zengin ile fakir komşuydu) bu gibi bir mimari “evrenselliği”, nasıl oldu da birlikte gündelik hayatının bu derecede içselleştirilmiş bir parçası, hatta zemini yapabildi?
Sözü edilen tekilsellik ortak bir akılca tasarlanmış olmadığına göre, bu uyum da tesadüfidir; ama işte İstanbul’u estetik açıdan cazip bir kent yapan da budur. “Evrenselliğin” Süleymaniye’de simgeleşen “tepeden” bakan görkemi ile, gecekondu ve kagir ev tekilselliğinin bu eşsiz, sessiz (çünkü müdahalesiz) ve gelişigüzel uyumundan başka birşey değildir, İstanbul’u dünyanın en fotoğrafık kentlerinden biri yapan…
İstanbul’un sözü geçen estetiği büyük ölçüde OsmanlI’dan miras kalmıştır. Cumhuriyet kendi “tarihi” evrenselliğinin mimari simgelerimi aynı düzeyde oluşturamamış; ama zamanla “dokunan” bu farklılıkları ortadan – kaldırmaya Ve “çevreye” bir çeki düzen vermeye çalışmış, örneğin Süleymaniye’nin en iyi göründüğü yer olan Haliç sahilini “temizlemeye” girişmiştir.
İstanbul belediyeleri bu tekilselliğin/ farklılığın “düşmanları” arasındadır. Belediyeler “kentsel dönüşüm” faaliyetleri sırasında bu yaşanmışlığı sıfırlamaktadır. Sürecin “soylulaştırma” gibi (Ortaçağa yakışan) bir gösterenle kavramlaştırılması, arkasındaki kutupsal ve hiyerarşik sosyo-politik anlayışı gösteriyor. Sulukule’de olduğu gibi, mekanın dönüştürülmesi yoluyla yok edilen, sadece belirli bir tarih değil, zamanın/yaşantının ürettiği bu farklılık ve dolayısıyla kimliktir de.
Sabit Kalfagil’in “İstanbul” fotoğraf albümünde belirttiğine göre, Fransız sanatçı Jean Cocteau “temizlikten” önceki Ayvansaray’ı gezerken ağlamış. Belki de, onu böylesine duygulandıran, oradaki bu belirlenmemişlik, tekilsellik ve bir kaleideskoptakine benzeyen rastgele uyumdu. Ayvansaray büyük ve yaşayan bir tür sanat eseriydi.
Haliç sahilinin her kilometresi boyunca oluşan kent dokusu ve renk zenginliği, ancak Hindistan kentlerindekilerle karşılaştırılabilirdi. Bunun yerini, neredeyse tüm Haliç’i çeviren, tekdüze, gayet sıkıcı ve hiçbir özgünlüğü olmayan (ya da özgünlüğü bu olan) bir park, daha doğrusu, o tuhaf ifadeyle “yeşil alan” aldı. Evlerinden ve/veya işyerlerinden olan insanlar gidip o “yeşil alanlarda” huzuru ararlar artık!
Son iyi bilinen kurban Sulukule oldu! Buraya birbirine benzer, bir katalogdan seçilmiş gibi görünen binalar yapıldı. Buradaki gibi, meta edinimi yoluyla kazanılan, (satın alman) kimlikler de, simgelerin olumsuz farklılıklar rejimine tabiler! Ne var ki, oturulan bir evin kırık döküklüğü, yaşanmışlığın(ın) sembolüdür (indeksidir); oysa bu gibi “lüks” meta-konutlar, birer statü simgesi…
Sözü geçen mimarların sosyal/mimari mekana kişiselleştirilmiş farklılık katma açısından yapamadıklarını, Haliç’tiler, Sulukule’liler yapıyorlardı. Hem de, bu konuda hiç “çaba”lamadan!
Yoksa, mimari Türkiye’de bir güzel sanat türü olmaktan çıktı mı?
Sanatçı deyince kaçımızın aklına bir “yerli” mimarın ismi geliyor? Bunu yapabilenler, listelerine daha kaç kişiyi ekleyebiliyor?
Tek bir mimarın etinden veya ortak bir mimari aklın imgeleminden çıkmış bir semtte yaşamaktansa, hiçbir mimarın etinin değmediği bir yerde yaşamak evladır.
Gidiş buna doğru değil mi?
Sıra Tarlabaşı’nda!
İstanbul tertip ve temizlik düşkünü zihniyete bir mahallesini daha veriyor.
Oysa, bazen kirli ve dağınık olan, yaşama temiz pak ve tertipti olandan daha fazla hizmet eder veya onu daha iyi temsil eder.
Semtler kot pantolonlar gibidir, eskileri ve içinde yaşanmış olanları makbuldür!
Kotların biraz kirlenmesinde bir sakınca yoktur.
Çocukların da…
Zira, kirşiz çocuklar mutsuzdur.
Aynı semüer gibi.
Taraf/Murat Önderman