Moda ve mimari, iki farklı sanat alanı, ancak pek çok noktada birleşiyor. Bunlardan ilki tasarım; mimar ve moda tasarımcılarının, tasarım süreçleri pek çok benzerlik gösteriyor. İkisinin de çıkış noktasında insan bedeni yatıyor
Moda ve miman, İKİ farklı tasarım alanı gibi gözüksede yakından incelediğimizde geçmişten günümüze kadar süregelmiş birçok ortak noktaya sahip olduklarını görmekteyiz, ilk bakışta bu iki alan birbirinden farklılık göstermekte, çünkü moda geçici ve yüzeysel bir fenomen olarak algılanırken mimarıyse daha anıtsal ve kalıcı olma yolunu seçmiştir. Bu durum kullanılan materyallere de yansımıştır. Modada kullandığımız materyaller daha yumuşak ve narinken, mimaride kullanılanlar ise sert ve dayanıklıdır.Tabii bu süreçte üretim ölçeklerimiz arasında da büyük farklılıklar görülmektedir. Moda tasarımcısı tasarım aşamasında bir insan bedenini baz alırken mimar ise birçok insanın topluca barınabileceği büyüklükte alanlar yaratmaktadır. Bütün bu farklılıklara rağmen, iki alanın da ortak çıkış noktası insan bedenidir. Koruma ve barındırma işlevlerinin yanı sıra kimi zaman, kişisel, siyasal veya kültürel kimliği sergilemek için bir araç olurlar.
Mimari ve moda da yaratılan eserler, boyut ve kullandıkları malzemeler açısından farklılık gösterse de, mimar ve moda tasarımcılarının tasarım süreçleri de fark edilir benzerlikler içermektedir. Örneğin; ikisi de ikiboyutlu taslaklardan yola çıkarak bunları daha gelişmiş üçboyutlu formlar haline dönüştürürler. Ortak estetik kaygısı, aynı kuramsal ve ideolojik altyapı paylaşımı sonuç olarak biçimsel ve yapısal benzerlikleri de beraberinde getirir. Hatta zaman içinde bu iki farklı alanlardaki tasarımcılar ilham ve teknik stratejiler için birbirlerine dönmüşlerdir. Bunun en dikkat çekici göstergesi ise bu etkileşimler sonucu alanlar arası oluşmaya başlayan ortak dildir.
Çevresel ve kültürel faktörler hem moda tasarımcılarını hem de mimarları etkiler. Tarihsel sürecin bir parçası olarak bakıldığında, giysiler ve inşalar önemli kültürel ve ekonomik şartlan, bulunduğu dönem içindeki teknolojik ilerlemeleri gösteren paha biçilemez antropolojik yapılardır. Günümüzde bile iki alandaki tasarımcılar bu yapıları yeniden yorumlayarak uyarlamakta.
Giyim ve korunma arasındaki bağ çok eskiye dayanır. Örneğin Buz Çağı’nda hayvan derileri hem insanların kendilerini örtmesi için hem de duvarları süslemek amaçlı kullanılmıştır. Bunun dışında, Antik Yunan’da kolonlarda kullanılan oluklu alanlar, aynı dönemin en pepüler giysisi olan “chiton”un drape katlarına ve silindirik formuna referans olmuştur. Eski Yunan’da kıyafet ve mimarinin insan figürü oranlarıyla bir harmoni içinde tasarlandığını görmekteyiz. Mimarideki iyonik ve Dorik üsluplar farklı “chiton” tarzları olarak modaya yansıtılmıştır. Hatta günümüzde de görsel kaygı güden birçok mimar binalar için cephe tasarlarken modadaki katlama ve drape tekniklerini yorumlarlar.
Ortaçağ’a baktığımızda ise dikeyliğe olan eğilimi Gotik kıyafet ve mimaride görmekteyiz. Örneğin, sivri uçlu ayakkabı ve şapkaların, Fransa ve ingiltere’deki Gotik tarz katedrallerde görülen ojival kemerler ve yükselen alanlarla arasındaki bağlantı yadsınamaz. Günümüzde de Gotik mimarisi elbiselerdeki motiflerde tekrar yorumlanarak moda dünyasında hayat bulmaktadır.
Zaman içinde gelişen endüstri ve üretim teknolojileri sayesinde iki alan arasındaki paralellikler daha da derinleşmiş ve güçlenmiştir. 1980’lerde materyallerin ön üretiminin başlaması ve çelik yapımında kaydedilen gelişmeler ile bir binayı ayakta tutmak için daha az yapısal elemana ihtiyaç duyuldu. Dolayısıyla daha hafif ve ferah yapılar inşa edilebilir hale geldi. Aynı tutum modada da kubbe şeklindeki etekleri desteklemek için ağır jüponlar yerine daha pratik bir çözüm olan metal halka ve armatürlerin kullanımı geliştirilerek sergilenmiştir.
19. yüzyılın sonlarına doğru “Art Nouveau” akımıyla beraber popüler hale gelen organik eğrisel şekiller, modada ise Paul Poiret’in tasarladığı işlerde görülmektedir. Aynı zamanda Hector Guimard ve Louis Sullivan gibi uygulayıcıların mimariye kattığı kıvrımlı doğal formların kaynağının da bu akım olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu periyot içinde ortaya çıkarılan işlerin en önemli özelliği yalın formları ve akıcı süslemelerdir. Şekiller için ise doğa önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Daha sonra, 20. yüzyılın ortalarında, moda ve mimari modemizmin gelişmekte olan ideallerine ayak uydurabilmek adına beraberce daha büyük bir yalınlığa doğru 5 yol almış ve süsleme gitgide azaltılıp, formlar sadeleştirildikçe yapı daha çok ortaya çıkarılmaya başlanmıştır. Bu değişimi en belirgin şekilde mimaride Le Corbusier ve J. J. P. Oud’un, modada da Coco Chanel ve Cristobal Balenciaga’nın işlerinde görmekteyiz. Özellikle Bauhaus Okulu’ndaki VValter Gropius ve Annie Albers gibi birçok mimar ve tekstil tasarımcıları kullanışlılık özelliğini öne çıkararak hem binaların hem de giysilerin fonksiyonlarını yansıtması gerektiği fikrinin altını çizmişlerdir. Geçtiğimiz son 25 yıl içerisinde, moda ve mimari aralarındaki artan türdeş alanlı diyalog sayesinde estetik anlamda daha da benzer bir yön almıştır. Tabii ki bu yaygınlaşmada globalleşme ve bilgi teknolojilerinin kattığı hızın payı da inkr edilemez.
1980’lerde Yunan freti, kenger yaprağı biçimindeki süslemeler gibi klasik motiflerin Gianni Versace ve Hermes tarafından kadın giyim ve aksesuvarlarına uyarlanması, mimarinin “postmodernizm”in stilize edilmiş neoklasik elemanlarını kucaklamasıyla zamanlama olarak örtüştüğünü görmekteyiz. Fakat, son yıllarda moda ve mimari alanında benimsenen en çarpıcı benzerlik minimal ve dekonstrüktivist estetik yaklaşımdır. Günümüzde minimal yaklaşımın ustası olarak Calvin Klein gösterilmekteyken; onun bu ustalığında Halston, Yves Saint Laurent, Giorgio Armani, Miuccia Prada ve Helmut Lang gibi tasarımcıların azımsanamayacak kadar etkisi vardır. Calvin Klein’in 70 ve 80’lerdeki renksiz, modern ve süsten uzak tasarımlarının yansıttığı netlik ve yalınlık Le Corbusier, Richard Neutra, 20’ler ve 30’lardaki Ludwig Mies van der Rohe’nin mimarideki tasarımlarıyla benzerlik göstermektedir.
Prada da koleksiyonlarında minimalliğe yer verse de bu onun için süregelen bir trendi yansıtmamaktadır. Hatta kendisi bir açıklamasında 90’ların başında tasarımlarında kullandığı kısıtlı renk paletinin 80’lerdeki abartıya bir tepki olduğunu dile getirmişti. Diğer yandan, Narciso Rodriguez’in ortaya koyduğu minimal tasanmlann arkasındaki Mies van der Rohe etkisi anlayışla adeta modanın kabullenilmiş konseptlerine, ideal güzellik ve feminenlik kurallarına kafa tutulmuştur. Bu yeni anlayışın en belirgin özellikleri ise giysilerde kasten gözüken dikişler, bilerek oluşturulan yırtıklar ve kesiklerdir. Ann Demeulemeester, Martin Margiela ve Dries van Noten bu akımın en belirgin takipçileridir. Chanel’in 93 senesindeki haute couture koleksiyonunda da dekonstrüktivizim etkileri görülmektedir. Bu akım aynı sebepten ve kaynaktan olmasa da mimariyi de modayla aynı zamanda etkisi altına almıştır. Frank Gehry, Peter Eisenman ise bu akımın mimarideki en önemli destekçileridir. Bu akımın en belirgin etkisi, iki alanda da geleneklerden kurtulma ve daha deneysel formlar ve tekniklerle radikal değişimlere giden yaklaşımların benimsenmesidir. Moda ve mimarinin benzerlik gösterdiği farklı alanlardan bir diğeri ise tasarımcıların yarattıkları kompozisyonlar ve tercih ettikleri materyallerle bireysel veya toplumsal kimlikleri vurgulayan mesajlar verebilmeleridir. En basit seviyeye indirgendiğinde aslında işlevi ve çıkış noktası aynı olan bu iki alan, tasarımcıdan tasarımcıya değişen geçmiş deneyimler ve kişisel seçimler sonucu bambaşka formlarda hayat bulabilmektedir. Her birinin vermek istediği mesaj ayrı ve kendine özgü olmakla birlikte; hem moda hem mimari tasarım sadece kğıtta bir çizim olmaktan çıkarak gündelik hayata adapte edilerek bir gerçeklik kazanır ve tasarlayanla hitap ettiği kesimi buluşturan kişisel bir dışavurum, bir tercih haline gelir. Mesela Hussein Chalayan 2000-01 sonbahar/kış sezonu için sergilediği koleksiyonunda yarattığı konsept için kendi kimliğinin ana parçalarından yola çıkmıştır. Londra yerleşikli Kıbrıslı bir Türk olan moda tasarımcısı bu gösterisiyle 90’lardaki Balkan sorununda zor anlar yaşayan mültecilerle kendini özdeşleştirerek gerektiğinde insanın sadece sırtındaki kıyafetlerle yuvasını arkasında bırakıp başka bir yerde yeniden bir hayat kurabileceğini bizlere koleksiyonu ile anlatmıştır. Nasıl bir koleksiyon kişisel bir mesaj verebiliyorsa, mimari de aynı şekilde toplumun değerlerini, kimliğini ve statüsünü ifade etmek için kullanılabilir. Mesela 19. yüzyılda banka binalarında kullanılan dayanıklı materyal ve belirli bir zamana ait olmayan klasikleşmiş mimari detaylar aslında bu kurumların müşterilerine vermek istedikleri güven ve kalıcılık mesajından ibaretti. Ya da Prada’nın önemli satış mağazalarını tasarlaması için OMA/Koolhaas and Herzog& de Meuron ile işbirliği yapması, markanın hem moda, hem mimaride en ileri ve sofistike tasarımların takipçisi olduğunun adeta somut bir kanıtıydı.
Bütün bunların dışında, mimar ve moda tasarımcılarının yaşadıkları tasarım süreçleri arasındaki benzerlikleri de göz ardı etmek zordur. İki tarafta işe bir fikri alıp, onun pratik gereksinimlerini anlamaya çalışmakla başlar. Arkasından bu fikirleri üçboyutlu yapılara dönüştürmek gelir. Başlangıçta oluşturulmak istenen formlar hakkındaki fikirler taslak halinde çizilir ve bu çizimler baz alınarak çalışma modelleri yapılır. Çünkü tasarımı geliştirirken ürünün son haline benzeyen bir form üzerinde çalışmak neredeyse başarılı olmak için bir mecburiyettir. Moda tasarımı söz konusu olduğunda bu test modelini hayata geçirmek ve bir manken üzerinde gerekli ayarlamalara karar vermek mimariye göre daha kolay olabilir. Mimarlar tasarım aşamasında ürünün son haline uygun boyutlarda bir deneme modeliyle çalışma lüksüne her zaman sahip değildir. Çünkü bu tasarlanacak mekn veya binanın büyüklüğüne bağlı olarak çok emek isteyerek fazla zaman kaybına sebebiyet verebilir. Dolayısıyla böyle durumlajda tasarımcılar ölçekli maket yoluna başvurur. Günümüzdeki gelişmiş teknolojik imknlar ve programlar sayesinde hem moda tasarımcıları hem de mimarlar tasarım aşamasında çok daha büyük bir hassasiyet ve revizyon şansından yararlanma avantajına sahiptirler.
Moda ve endüstriyel tasarım arasındaki bağlantıyı endüstriyel tasarımcı Sami Savatlı (altta) ile yaptığı röportajla ortaya koyuyor Hakan Yıldırım, işte bizim için yaptığı röportaj…
– Yaptığınız işle modanın paralellikleri var mı? Varsa neler?
– Moda tasarımı ve endüstriyel tasarım, tasarım süreçleri açısından paralellik göstermesine karşın üretim süreci açısından birbirinden daha uzak. Endüstriyel tasarım süreci daha kavramsal, daha çok işleve ve problem çözmeye dayalı iken, moda tasarımı daha çok stil üzerinde yoğunlaşmakta. Ancak her ikisinde de ortak olarak yeni olanı bulma çabası ve form kaygısı benzerlik göstermekte. Moda tasarımı, endüstriyel tasarıma göre; yeniliğe daha açık ve üretim sürecinin daha daha az değişkene bağlı olduğu bir alan olduğu için endüstriyel tasarıma göre daha hızlı “değişmekte, bu yönüyle de endüstriyel tasarımcılara da ilham kaynağı olmaktadır. Endüstriyel tasarımda ise tasarımcı; malzemeye, üretim biçimine, teknolojiye, makinelere daha çok bağımlı olduğu için moda tasarımcılarına göre daha kısıtlanmış ve sınırları çizilmiş bir alanda oynamalarına yol açıyor.
– Tasarım yaparken modadan etkilendiğiniz oluyor mu? Modayı referans olarak aldığınız noktalar var mı? Var ise nasıl?
– Modadan elbetteki etkileniyorum. Değişen renkler, desenler, kumaşlar, mekn tasarımına çok hızlı bir şekilde nüfuz ediyor. Moda aslında bir şekilde diğer tasarım alanları için trendleri yarattığı için, tasarımcı olarak önümüze gelen malzemeler bile modadan etkilenerek değişiyor her sezon. Dolayısıyla özellikle mekn tasarımlarında ister istemez moda tasarımın bir parçası haline geliyor. Endüstriyel.. tasarımda ise durum biraz daha yavaş ilerliyor. Modanın endüstriye ve üretim biçimlerine tesiri daha uzun zaman sonra oluyor, ilk başta kendini renk, doku, desen gibi noktalarda gösterirken zamanla formda da trendlere uyum sağlama durumu gerçekleşiyor. Tabii ki ergonomi ve fonksiyon daha statik değerler olarak endüstriyel tasarımın merkezinde duruyor.
– Bu işbirliğinin avantaj ve dezavantajlan neler? Neden?
-Seri üretim neticesinde hayatımıza soktuğumuz endüstriyel ürünler elbette moda tasarımı ürünlerine göre hayatımızda daha uzun kalıyor. Her sezon yeni bir tişört alırken her sezon yeni bir sandalye almıyoruz. Ancak değişen trendler, tıpkı kiyafetlerimizde olduğu gibi endüstriyel ürünlerde de yaşam döngüsünü tamamlamamış ürünleri hayatımızdan çıkarmamıza ve daha trend olanı almamıza yol açıyor. Endüstriyel ürünlerin tüketimi de aslında değişen moda ve trendler ile artıyor diyebiliriz.
Cumhuriyet/Hakan Yıldırım