İnşaat şirketi Nef, 100%Design London fuarına katılan ilk gayrimenkul firması oldu. Şirket standında sergilenen,Fransız Sebastien Leon Agneessens’in ‘Golden Horn’ adlı sesli heykeli, Nef’in bir binasında en üst kattan başlayıpresepsiyona kadar inecek
Dünya çapındaki tasarım fuarı 100% Design London’ın en dikkat çeken standında, birbirine geçmiş trompet başlı borulardan oluşmuş sesli heykeller vardı. Büyük ilgi gören tasarım, başka birçok fuara da katılma teklifi aldı. Eserin yaratıcısı Sebastien Leon Agneessens, sergilendiği stand Türk gayrimenkul firması Nef’in.
Hikaye şöyle başlıyor: Nef’in 29 yaşındaki sahibi Erdem Timur “Gayrimenkul ve sanat iç içedir” diye düşünerek Agneessens’e bir iş ısmarlıyor. New York’ta buluşuyorlar ilk kez; Timur hayallerini anlatıyor sanatçıya. Bir daha da hiç görüşmüyorlar. Aynı zamanda müzisyen olan Agneessens, Timur’un anlattıklarından hareketle İstanbul’u simgeleyen “Golden Horn” heykellerini tasarlıyor. Bu ikilinin ikinci buluşması heykeller hazır olunca Londra’da oluyor. “İstanbul’u hiç görmedim. Ama bu işe giriştikten sonra şehir hakkında çok okudum. Erdem’in de anlattıklarından bir imajyarattım hayalimde. Müzisyen bir yanım olduğu için de yaptığım bu heykellerden sesler çıkmasını sağladım” diye anlatıyor Agneessens. Erdem Timur da heyecanla bu sanat eserinin, yaptığı binanın içinde yer alacağı günü bekliyor.
– 100% Design London’a nasıl katıldınız? Size bir davet mi geldi?
Biz yurtdışındaki tasarım fuarlarına katılmayı çok istiyorduk. Müracaat edecektik. Fakat onlar bizi fark ettiler. Her projemizde önemli uluslararası tasarımcılarla çalışıyoruz, bu nedenle fark edildiğimizi düşünüyoruz.
– İlk kez bir gayrimenkul firması 100% Design London’a katıldı.
Bu işe 22 yaşında başladım. O zamandan beri gayrımenkul ile tasarımın iç içe olduğuna inanırım. Ev en fazla vakit geçirdiğiniz yer ve en fazla para verip aldığı ürün. Türkiye’de mülkiyet açısından baktığınızda da 14 yıldan fazla elinizde tutuyorsunuz. Böyle bir ürünün hayatınızın, yaşantınızın şekillenmesinde çok önemli yeri var. Fakat bu kadar önemli bir ürünü tasarlamakla uğraşmamışız hiç. Tasarımla iç dekorasyon, mimari karıştırılıyor. Oysa bizim projelerimizde kapı kolundan tutun da asansörün içine, seramiklerden girişteki saksıya kadar her şey birlikte çalıştığımız tasarımcılar tarafından tasarlanıyor. Dünyadaki ilk 20 tasarımcının 12’siyle çalışmalar gerçekleştiriyoruz. Mesela kapı kollarımızı Bentley’in tasarımcısı, giriş bölümünü Dom Perignon’un tasarımcısı yapıyor. Ev dediğiniz şey sadece binanın dışını tasarlayarak olmaz. Bu kadar bedel ödeyerek ev alıyorsanız size özel olmalı.
– Sizin için nasıl geçti fuar?
İnşallah mahcup olmayız diye düşündüm açıkçası. Ama büyük ilgi gördük; keşke çalışsam dediğim tasarımcılar gelip birlikte proje yapalım dediler. 40’tan fazla yabancı basın mensubu bizimle röportaj yaptı. 11 ayrı fuara davet edildik. Art Basel’den katılmamızı istediler. Birçok insan eseri satın almak istedi. Hatta standa koyduğumuz Alper Böler’in tasarımı koltuklarımızı 100’den fazla kişi istedi. İlk kez katılıyor olmamıza rağmen en iyi ürünü ortaya koyabildik. Oraya gittikten sonra dedim ki Allah sağlık verirse dünyada her şeyi yapabilir insan.
“Binanın da bir canı var. İşte biz bu cana heykelle bir de ses kattık”
– “Golden Horn”dan bahsedebilir misiniz? Siz nasıl bir teklifle gittiniz sanatçıya?
Biz Design London için yapmadık o heykeli. Nef 163 projemiz için düşündük. Şunu istedik; o binanın dününe, şu anki yaşamına ve geleceğine bir sesleniş olsun. O yapının bir felsefesi olması lazım. Binanın felsefesi de ne olsun dedik. Burada yaşayan insanlar oraya emek verenleri biliyor olmalı. Bir proje için binden fazla insan çalışıyor ama kimse onları bilmiyor. Bir kere onların sesi olmalıydı. Bu iş sadece bir heykelle sağlanacak değil ama o evleri satın alanlar, o insanları bilmeli diye düşünüyorum. Dolayısıyla binanın inşaatı sırasında sesler topladık. Sonra bugünün seslerini de aldık. Yarını nasıl yapacağız peki? Sebastien ile konuşurken dedim ki beton olsa, ezilmiş, büzülmüş, hırpalanmış ve bir ses çıkarsa. Heykel o sesi de çıkarıyor. Cansızların sesi olduğunu düşünmüyoruz ama bence onların da canı var metaforik olarak. Bileceğiz ki o binanın bir canı var. Bunu veren bir sesi de kattık.
-Sonuçta ortaya nasıl bir eser çıktı?
Bina bunların müziğini yapsa nasıl sesler çıkarır diye düşündü Sebastien. Bunları bir müzikle söylese; mırıldansa. Binanın en üst katında görüyoruz heykeli; sarı pirinç borular. Sonra kat bahçelerinde tekrar ortaya çıkıyor. En son da resepsiyonda avize olarak görüyoruz. Her bölgede farklı sesler duyuyoruz. Topladığımız sesleri dijital olarak mırıltı haline dönüştürdü Sebastien. Binada yaşam başladığında da sesler toplanacak. Bir enstalasyon gibi. Sesi de duyabileceksiniz hep; hem müzik gibi hem de değil.
Babama ‘Patron’ dememin sebebi…
– Hukuk fakültesi mezunusunuz. 22 yaşında nasıl başladınız bu işe?
O zaman bu işler yoktu kafamda aslında. Mersin’e gittim babam rahatsızlık geçirdiğinde. London School of Economics’de ekonomi eğitimi alıyordum, üçüncü ayda döndüm. Biraz tesadüfi başladım inşaat işine. Biz arazi geliştirme üzerine çalışıyorduk. Hukuku bitirmiştim ama ben girişim sermayesi kurmak istiyordum; iş geliştirme alanında çalışmak istiyordum. Benim en sevdiğim şeydir, hobim diyeyim. Mesela sizin bir işiniz olsun, ben nasıl geliştirebilirsiniz diye düşünüp dururum. Bana bir tuzluk verin, şurasına bir şey koyalım, sonra şöyle yapalım, ondan sonra bunu da ekleyelim, çıkaralım diye düşünür dururum. Zaten şimdi de tüm bu fikirler böyle ortaya çıkıyor. Başta Mersin’deki projenin altı ay vizyon kısmıyla ilgileneyim dedim. Geçiciydi benim için. Holdingimiz var; enerji, lojistik, teknoloji, gayrimenkul geliştirme yatırımları yapan. Mersin’deki inşaatta, sermayeyi oradan buldum. Sermayeye ihtiyaç duyulmadı gerçi çünkü hepsi satıldı ama sonuçta güvence olmadan yapamazsınız. Hemen patrona olan borcumuzu ödedik.
– Patron derken…
Patron babam. Biz büyük arsalar alıyorduk, Mersin’de evler çok büyük. Orada tabii patronun gücü de devreye girdi, patrondan kat karşılığı aldık arsayı. Zaten patron “Böyle bir şirkete herkes kat karşılığı arazi vermek ister” dedi. Piyasadaki koşullar neyse o.
Bize vermeyebilirdi araziyi ya da biz almayabilirdik. Kendimiz hak etmeden hiçbir şey yapmıyoruz, ona karşıyız. Patron dememizin de, para almayışımızın de sebebi her şeyi kendimiz yapalım istememiz.
“Tek odalı ev alıyorsunuz ama 24 odanız oluyor”
– Sizin 21 tane fikir patentiniz var. Bunlardan biri de “Fold Home” yani katlanabilir ev. Nedir ev projesi?
Binanızın en üst ve en alt katında katlanabilir ev odaları var. Sinema, Playstation, sanat, parti, misafir, fitness odaları…
Bu 24 odayı uluslararası tasarımcılar yapıyor. Şöyle düşündük; sizin kocaman bir eviniz olsaydı içinde ne olsun isterdiniz? Sinema, oyun odası, basketbol alanı… Basketbol oynamak ya da çocuğunuza piyano dersi aldırmak için bir saat yol gitmeniz gerekebiliyor.
İstanbul’da. Oysa bizim katlanabilir evlerimizde, kocaman bir evin tüm olanaklarına sahip oluyorsunuz. Diyelim ki 1+1 ev satın aldınız ama 24 odanız oluyor. Misafirleriniz gelecek; hemen o 24 odadan misafir odasını rezerve ediyorsunuz. Ve misafirlerinizi orada ağırlıyorsunuz. Ya da müzik odasını rezerve ediyor, çocuğunuzun piyano derslerini burada almasını sağlıyorsunuz. Kişiye özel kullanılıyortüm bu odalar. Odaları kullandığınızda para ödüyorsunuz sadece. Mesela sinemayı kullanmak 3 saat 10 TL. Toplanan paralar bu odaların bakımı için kullanılıyor; artanı da aidata ekleniyor. Dolayısıyla aidat masrafları da azalıyor.
Sosyal tesisler işlemiyor bence; çünkü toplu kullanmak ve toplu ödemek zorundasınız. Burada ise kullanmadığınız hiçbir şey için bir para ödemiyorsunuz.
Yasemin Bay / MİLLİYET