Savaşın izleriyle ve geride bıraktığı virane binalarla hatırımızda kalan Balkan ülkeleri, yeşil doğası ve temiz havasıyla bambaşka bir dünya. Bu ülkelere keşif merakıyla yedi güne yedi ülkeyi sığdırdık. Gördüklerimiz günlerce anlatmakla bitmez ama işte izlenimlerimizden bir kısmı…
7 gün 7 gece sürecek bir Balkan gezisi… Bambaşka coğrafyalara açılmanın verdiği heyecan ve bir otobüs dolusu gezgin… Rota Bulgaristan, Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna Hersek, Karadağ ve Arnavutluk. Bulgaristan sınırında, bir başka ülkede güneşin doğuşunu fotoğraflamanın telaşı kaplıyor içimizi. Bulgar polisinin “Sınırda fotoğraf çekmek yasak.” ihtarıyla şaşkınlığa uğrasak da “Nasılsa çekilecek başka fotoğraflar var!” düşüncesiyle teselli buluyoruz.
Bulgaristan’da, Sofya caddelerinde Avrupa mimarisinin ihtişamlı örnekleriyle karşılaşmak, vatan topraklarının dışına çıkıldığını hissettiriyor. Bir de benzin fiyatlarının düşük olmasından fark ediyoruz, yaban ellerde olduğumuzu! Makedonya’nın başkenti Üsküp, Yahya Kemal’i düşürüyor hatırımıza. Onun yürüdüğü sokakları gezerken ‘Kaybolan Şehir’ şiiri dolanıyor dilimize:
Üsküp ki Şâr Dağı’nda devamıydı Bursa’nın
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın
Hırvatistan’ın Dubrovnik şehri
Uçsuz bucaksız Ohri Gölü’nün sınırları, yat gezisiyle teftiş ediliyor. Dağın eteklerine kurulmuş evleri seyrederken Osmanlı’ya doğru bir tarih yolculuğuna çıkıyoruz.
Güneşin doğuşuyla bambaşka bir renge bürünüyor, Sırbistan’ın can suyu Tuna Nehri. Ve Bosna… Bosna, 93’teki savaşın izlerini taşıyor. Allı pullu değil burada binalar, kurşunlarla delik deşik. Savaştan sonra öyle kalmış. Onarılmamasının sebebi manidar: “Bosnalı gençlere tarihi yaşatmak, unutmamak, unutturmamak.”
Bosna’daki Vlero Bosne ülkenin su kaynaklarından biri. Burası Cennet Bahçesi diye anılıyor.
Bosna Hersek’te en az 99 su kaynağının olduğunu dinleyerek Vrelo Bosne’ye doğru yol alıyoruz. Yemyeşil dağların yamacına kurulmuş, “Cennet Bahçesi” diye de anılan bu mekan, adı gibi bir cennet köşesi gerçekten. Kuş cıvıltıları eşliğinde kuğuların suda salınmalarını izlemek de ruhlar için doğal bir terapi. Bosna’ya gelip Mostar Köprüsü’nü görmemek olmaz. Boşnak bir genç tepeye çıkıp serin sulara atlıyor birkaç kere gözler önünde.
Burası Hırvatistan’ın en gözde şehri Dubrovnik. Adriyatik Denizi’nin maviliğinde huzur solurken varılan şehrin en dikkat çeken yeri Özgürlük Meydanı. Dubrovnik, Osmanlı Devleti’ne yıllık 120 bin altın vergi vermeyi kabul edip kendi iç işlerinde özgür kalabilmiş. Meydan da onların özgürlüğe olan düşkünlüğünü anlatıyor adıyla.
İşkodra Köprüsü’nde gıcırtıyla uyanmak
Yağmur, otobüsün camlarını döverken “Hadi kalkın, bu köprü sizi taşımaz” diyor adeta. Şoför de aynı fikirde. Tahtadan yapılmış tarihi İşkodra Köprüsü, yılların yorgunluğunu taşıyordu belli ki. Gecenin ikisinde soğuktan titrerken, İşkodra’nın ıslak tahtalarının gıcırtısıyla geçtik karşıya, yaya olarak. Canımızı kurtarınca, otobüsümüzün sağ selamet geçmesi için dua ettik.
Gezinin son gününde hoş(!) bir yanlışlıkla Bulgaristan yerine Yunanistan sınır kapısında bulduk kendimizi. Bu yanlışı gezimizin “nazar boncuğu” sayıp rotayı tekrar Bulgaristan’a çevirdik.
Kalkandelen’de rengârenk bir mabet: Alaca Camii
Şar Dağı’nın eteklerinde süzülürken yolumuz Kalkandelen’e düşüyor. Yankılanan ezan sesinin geldiği yeri anlamak için gözler başka yöne çevriliyor: Alaca Camii’ne… 15. yüzyılda inşa edilen cami, birkaç asra daha meydan okuyacak gibi duruyor. Yapının ismi de kendisiyle müsemma. Sarı, kırmızı, yeşil, mavi ve daha birçok renk ve renklere uyum sağlayan motifler içimizi açıyor. Aslında bu caminin ‘içi dışı bir’ desek yeri. Çünkü bu tarihi yapının içindeki motiflerle dışındaki birebir aynı. Caminin yanı başındaki sekiz köşeli türbede iki kız kardeş yatıyor. Halk arasında dilden dile dolaşan söylemler var: Caminin inşasına Hurşide ve Mensure Hanım’ın eli değmiş. Bu şehir Halveti, Bektaşi ve daha birçok tekkeye de ev sahipliği yapıyor. Bektaşi tekkesindeki 100 yıllık Kur’an-ı Kerim ise Balkanlar’da maziden kalan en güzel hatıralardan biri.
Boşnak inadının mimarisi: ‘İnat Kuca’
Bosna’da geleneksel Boşnak yemeklerinin yapıldığı tarihi bir evi andıran restorana girmeye hazırlanırken bir tabela takılıyor gözümüze: “Karşı taraftandım, inadımdan dolayı size evi vermedim.” Adı üzerindeymiş meğer, hikâyesi de. 1860’larda restoranın önündeki Miljacka nehri aşırı yağan yağmurlardan dolayı sıkça taşar. Avusturya-Macaristan imparatoru, nehrin kıyısındaki evleri taşımak ve bu bölgeye görkemli bir bina yapmak ister. Ancak bu hiç de kolay olmaz. Çünkü en uygun yer olarak belirlenen arazide bir Boşnak’ın evi vardır. Adı sanı bilinmeyen Boşnak, evinin yıkılmasına müsaade etmez. İmparator devreye girse de nafile… Ev sahibi, ona da aldırmaz. En sonunda, tıpatıp aynısının, orijinal malzemesiyle nehrin karşısına yapılması şartıyla evini boşaltmayı kabul eder. İşçiler getirilir, adamın evindeki kiremit, taş, tahta milimi milimine hesaplanır. Öyle ki evin kiremitleri tek tek çıkarılır, hangi kiremit hangisinin üstünde buna bile dikkat edilir. Nehrin karşı kıyısına evin tıpkısı yapılır. Bunlara şahit olan halk, adamın inadından dolayı bu eve “İnat Kuca” yani “İnat Evi” adını verir.
HASRET GÜLER/Zaman